28 Eylül 2018 Cuma

berceste



"Zaman nasıl geçer?
Kafam nasıl dağılacak?
Nasıl başaracağım işte başka şey düşünmeyi?
Bir bilsen bu akşam harbi başka akşam."

Oyundan ibaret olduğu zamanları hayatın.

Öylesine güzel ki sabah, sanarsın en karanlık gecene güneş doğmuş.

Ailesiyle beraber oturuyorlar küçük mutfaklarında kahvaltı için. Ama öyle güzel ki sabah sanki masada yalnız kuş sütü eksik.

Kapı çalıyor. Arkadaşlar atlamış bisiklete, bekliyorlar onu gelsin de gezelim diye. Ama öyle güzel ki sabah sanki bisiklet değil motosiklet altlarındaki.

Giyiyor ayakkabılarını, hızlı adımlarla iniyor 3. kattan aşağı, alıyor bisikletini, başlıyorlar avare avare gezmeye.

Ama öyle güzel ki sabah ve öyle basit ki hayat asla tahmin edemez bundan 10 yıl sonra yine avare avare gezeceğini.

Yüzünde umudun son okunuşu belki

Avare avare gezecek ama bisikleti olmadan.

Avare avare gezecek ama arkadaşları olmadan.

Avare avare gezecek ama artık oyunlar olmadan.

Avare avare gezecek ama ne o güzel aileden bi eser kalmış ne de o saf ve mutlu çocuktan.

Yine de olsun.

Öylesine rezil ki gece sanarsın kafasının içine beton dökmüşler.

Artık ailesiyle beraber oturmuyorlar o mutfakta. Eskide kalmış o ev, yenisi var.

Artık kapı değil telefon çalıyor. Arkadaşlar değil insanlar arıyor.
Arkadaş olarak görmeye çalıştığı öylesine insanlar.

"Gel gezelim."

Giyiyor ayakkabılarını, iniyor asansörle yine 3. kattan aşağı. Biniyor otobüse, biraz da yürüyor. Başlıyorlar avare avare gezmeye.

Artık hayat oyun değil. Hayat bir sorular, sorunlar bütünü.

Kaldı yine yalnız başına.

Öylesine rezil ki gece tüm başarısızlıklar odasına doluşmuş, bir gece vakti acil servis gibi.

Öylesine rezil ki gece tüm yalanlar yıldızların yerini almış, sırıtıyor yukarıdan en büyük hayali gerçek olmuş küçük bir çocuk gibi ama kin ve nefret dolu.

Öylesine rezil ki gece neredeyse emin güneşin doğmayacağına.

O zamanlardan sağ çıkan tek duygu, eski salıncakta sallanırken içine dolan, artık ufak bi kaç kırıntı gibi olsa dahi, mutluluk.

Ve öylesine rezil ki gece çocukluk anılarını allayıp pullayıp başlıyor yazmaya.

Ne istenen ne istenmeyen.

Ne çekici ne itici.

Ne üstün ne alçak.

Ne iyi ne kötü.

Değil.

Kötünün iyisi işte.

"Ehvenişer"

Ontolojik Bunalım





    Neden varoluşun bir anlamı olmak zorundaydı? Anlamını bulabilmek için ilk önce varlığı bilmeliydi. Varlığı bilmenin tek yolu da yokluğu, mutlak hiçliği bilmekti.  Bir an için hiçbir şey düşünmeden alacakaranlığa odaklandı. Hiçlik bu muydu? Kesinlikle olamazdı. Mutlak hiçlik en az varlık kadar şeffaf olmalıydı çünkü. Yeterince somut düşünemiyordu. Belki de somut düşünmemekti en doğrusu.
  
   Göremediği bir şey olmalıydı. Öyle ki tüm kalbiyle buna inanmalı hatta hissetmeliydi. Varlığı anlamasına yardımcı olacaksa eğer bu yaratı ne bir varlık ne de bir hiçlik olmalıydı. Düşünmeye başladı. Alacakaranlığın ortasına bir tanecik nokta… Onun için nokta olsa da bizim bakışımızla eni, boyu, yüksekliği ve zamanıyla doğa. Dışarıdan bakınca sadece bir nokta. İçerden bakarsan 15 milyar yıl. Her saniyesiyle, her bir nesnesiyle ol deyince oluverdi. Kendisi için sonsuz küçüklükte bir nokta olunca her şeyiyle biliyordu tabii ne olduğunu. Düşünen özneydi o sonuçta. Tek bir düşünmeyle 15 milyar yılı hissedebilirdi.
    
   Boyutsuzluğun içerisinde olanlar vardı. İşte onlar hem bir varlık hem de hiçlik olmalıydı. Şu insanlar yok mu? Bir nokta içerisinde sürüklenip gidiyorlardı.  Nokta hiç değişmiyordu ama o hissediyordu ki insanlar da sürüklendiğini hissediyordu. Onlar da yaratanının düşüncesine takılıp gitmişti. Anlamı neydi varoluşun? O anda anladı aslında hiçbir fark olmadığını. Zıtlıkların hiçbir anlamı yoktu artık. Her şey bir anda belirginleşti. Kendi sürüklenişini hissetti. O da en az kendi yaratıları kadar varlığın ve hiçliğin ortasındaydı. Bir an küçük bir noktadan daha fazlası olmadığını bilerek ürperdi. Sonsuz büyüklüğün içinde sonsuz bir küçük…
      
   Bir anda yatağında açtı gözlerini. Aynaya baktı: etten ve kemikten… Rüya mıydı tüm gördükleri? Yoksa o anda rüya mı görüyordu? Hiçbir önemi yok. Saate baktı. (Tik tak tik tak…)Acele etmek zorunda olduğunu hissetti. Çabuk uyanmazsa işe geç kalabilirdi. Derin bir nefes aldı. Hayatını gözlerinin önünden geçirdi. Geçmişin ve geleceğin hiçbir anlamı yoktu artık. O anın içinde sürüklenmeye devam edecekti. Aynaya bakıp iç geçirdi:  “Hayat anlamı olsun ya da olmasın devam ediyor…”

  

17 Eylül 2018 Pazartesi

ve adem elmayı yedi


...Ve Adem elmayı yedi.

Tekrar ve tekrar başladı, sonunu görmeden yitirilmiş olduğunu bildiği bir günü yaşamaya. Tekrar ve tekrar.

Öğle güneşi cehennem ateşiymişçesine doluyordu perdenin boşluklarından içine odanın,
onu rahatsız etmek ister gibi.

Zorla da olsa gözlerini açmayı başardı. Uyku sersemliğiyle başladı el yordamıyla telefonunu aramaya. Baktı "acaba bu sefer güne hangi saatinden başlayacağım?" sorusuna cevap bulabilmek için telefonun ekranına.

13:49

"Harika(!). Bu gün daha fazla zaman öldürebilirim."

Her gün olduğu gibi yatakta uyanık geçirdiği 1-2 saatin ardından kalktı, elini yüzünü yıkadı, az biraz kahvaltılıklardan atıştırdı.

Başladı artık kafasının içindeki rastgele yerlerden bulduğu-duyduğu veya yine kafasında türettiği farazi sorulara kendince cevaplar bulma işine.

"Sessizliği duyabilir misin?"
"Karanlığı görebilir misin?"

18:11

Binaların arasından ancak görebiliyordu batmaya başlayan güneşten saçılan kızıllığı.

Vücudu yemeğe ihtiyaç duyuyordu ama yapılacak bu kadar iş varken kalkıp yemekle uğraşamazdı. Yapacak başka birisi de yoktu.

"Yalnızlık ilaç mıdır hastalık mı?"

Orasını hiç çözememişti ama emindi insanlardan kendi isteğiyle uzaklaştığına.

Zaten ne gereği vardı ki korteksinin varlığından şüphe ettiği, bomboş tüketim merkezli hayatlar yaşayan vitrin mankenleriyle konuşmanın?

"Aptallar."

"Acaba doğru olan bu ama ben onlar gibi olamadığım için geçerli bahaneler mi üretmeye çalışıyorum?"

"Ne kadar çok kızla yatarsan o kadar iyi misin?"

21:59

Vakit geçti çabucak. Artık kararmıştı hava. Lambasını açıp odanın loş olması için bi tişört geçirdi lambaya. Kırmızı bir tişört.

"Yasaklar neden daha çekicidir?"
"Temelini insanın kurduğu şeyleri bir insan olarak kabul etmek zorunda mıyım?"

Beyni bunca zamandan sonra kaldıramaz olmuştu. Her soru, her sorgu bir iğne daha saplıyordu ona.

Fırlatmak istiyordu bi' şeyleri.
Kırmak istiyordu bi' şeyleri.
Herhangi bi' şeyler.

1:23

Artık geçmez olmuştu zaman. Bir soru daha sordu ama bilmiyordu bunun son sorusu olduğunu;

"Adem niye yedi lan o elmayı?"

Geçmiyor zaman.

3:33

Artık uyumaya karar verdi. Kulaklığından içine dolan tek bir şey vardı yarına dair;

"Nolur olsun,
Nolur olsun işte,
Bugün herhangi bir gün olmasın,
Olsun işte mucize..."

Uyudu.

14 Eylül 2018 Cuma

Estetik




Nermin kim?
Nermin kim mi? Nasıl başlasam ki şimdi anlatmaya? Nermin, siyah saçlı bir kadın öncelikle. Omuzlarına kadar inen saçları hafif dalgalı duruyor. Saç aralarından çıkıp parıldayan halka küpelerini görememeniz için kör olmanız gerekirdi doğrusu.. Boyu tam kestiremiyorum ama genele vurursak uzun kalır. Pek zayıf değil herhalde hiç sor(a)madım. Fakat elleri böyle yumak yumak. Simetrik göz yuvaları, kehribar rengi gözlerini sanki bir saraydaymış gibi ağırlıyor. Kirpikleri, kullandığı kalın çerçeveli siyah gözlüklerine sığmaz; komik durur yüzünde. Umarsadığını söyleyemem. Gerçi takmaz bile genellikle. Takmadığında da tiki varmış gibi kırpıştırır durur. Astigmat tabii.. Burnu sanki acem diyarından çıkmış gibi küçücüktür. Üstü de biraz kızarıktır çoğu zaman. Baksanız geçmeyen bir gripte gibidir. Fakat bu vergisidir estetiğin. Fular kullanır gözleriyle aynı renkte, üzeri beyaz çiçek işlemeli. Ayakkabıları düz, beyaz. Ha bir de çilleri vardır ufak ufak. Yüzü birkaç dakika güneş görmeyedursun.. Ah bir görseniz. Naif bir kadın oldukça. Yaşı da 19. Kahvesini şekersiz sade içer. Fincan kullanacaktır haliyle. Aynı çayını da içtiği gibi. Çok güzel un kurabiyesi yapar. Üstü başı un olur. Hoşuna gider öyle aynaya bakmak. Bir aurası vardır çoğu zaman. Bir renk olsaydı eğer akşam güneşinin o ılık turuncusu olurdu sanıyorum. Bir şarkı olsaydı kesinlikle moonlight sonata. Şiirden söz açarsanız 'aysel' derdim herhalde. Kitap mevzubahis edilirse kürk mantolu madonna. Bir hayvan olsaydı eğer.. diye başlayacaktım ama bizler zaten hayvanız sevgili okuyucu. Duygusal olmaya gerek yok. Ha bitkiden sorarsanız çıban oldu bitti başıma. Nicedir yazıyorum savmak istercesine. Ne kadar başarılıyım onu tartışırız bir ara. Şarkı söyler boş anlarında. Şöyle der hep 'şarkı söyleyebilecek kadar mutluyum'. Mutludur ya. Ondan güzel gelir sesi kulağa. Sanki.. sanki.. bal gibi. Ya da iğde kokusu. Hayır hayır kadife demeliyim.... Of bu sinestezik tavırlarım beni öldürüyor. Nermin işte. Bir güzellik ideasıdır kendisi. Başka bir deyişle estetik mihrak. Bir de BirGünTekBaşına kitabındaki bir karakterin adaşıdır aynı zamanda. Kitabı da tavsiye ederim uzun soluklu okuyanlara. 750 sayfa da biraz.... Keşke az buçuk resim yeteneğim olsaydı da çizebilseydim onu. Kelimelerle cebelleşiyorum şimdilerde. Ne zormuş bir ideayı betimlemek.


Çizer: Evrim Türkü Metin(vaveyla)

10 Eylül 2018 Pazartesi

Ahlak üzerine..1



Öncelikle neden ahlak serisi ile başladığımdan biraz bahsetmek istiyorum. İlk olarak paylaşmayı planladığım ve yazmaya başladığım din serisini neredeyse yarıladığımda konunun inanç ve dinden cok inancın toplum-birey-ahlak üçlüsü üzerine etkisi meselesine kaydığını hissettim. Bu gibi meseleleri kısa tutup inatla yazmaya devam etmeme rağmen yazı gitgide düşündüğümden daha uzun hale gelmeye başlamıştı. Bundan dolayıdır ki din üzerine konuşmadan önce ahlak ve etik alanında birkaç açıklama yapmaya ve bunları 'ahlak üzerine' adlı seride toplamaya karar verdim.

Bu seriye evrensel bir ahlakın olmadığı görüşüyle başlıyorum. Ahlakı ve toplumsal kuralları tamamıyla reddetmemekle birlikte n'için ahlaklı olmalıyım sorusuna kendi içinde tutarlı bir cevap verme gayreti içerisindeyim. Cevap verme sürecinde hayatın anlamı, neden ve n'içinin ayrımı, toplumun gelişimi, utanç problemi gibi birçok başlık altında konuşup en sonunda hepsini ortak bir paydada toplayıp asıl cevaba gitmeyi düşünüyorum. -evet tümevarım'ı daha mantıklı buluyorum. elveda Aristo çok yaşa Bacon!..- Bu gayretim devam eden paylaşımlarda din serisi üzerinden de devam edecek gibi gözüküyor. Çünkü 'ahlak'ın kaynağı ve işleyişi konusunda din ve din öğretileri dışında tutarlı görünen herhangi bir açıklama bulamıyorum. Bu konuda söz söylemiş filozoflara neden katılmadığımı onlarda ne gibi tutarsızlar bulduğumu da yeri geldiğinde serinin gidişatına göre kısa veya uzun şekilde açıklamaya çalışacağım. Ateist öğretiye ve bilimin temel getirilerine yakın bir tutum takınsam da ahlak gibi bir konuda seküler yaklaşımların tutarsız olması canımı sıkıyor. Okuduğum epeyce bir yazıya rağmen elbette haberimin olmadığı temellendirme denemeleri olacaktır(olmalı da). Zihnimi bulandırma ve öykünme korkusundan olacak özgün felsefe yapan insanları derinlemesine okumadan kaçınıyorum. Ama bu kaçınma durumum konu hakkında yeterli okuma yapmadığımı düşündürmesin size. Okuyoruz işte bir şeyler. Hazır bir öğretiyi yazıma yansıtmaktansa düşünüp de bulamamayı yeğlerim sanıyorum.(peh)

Çoğunlukla bu konuda çalışmış ve bazılarınca otorite kabul edilen kimselerin görüşlerinden uzak hatta onları yer yer irdeleyen bir seri olmasını umuyorum. Haddim midir bilmiyorum ama ahlak üzerine yazılmış yüzlerce binlerce yazının söylenmiş bir yığın sözün uygulamaya dökülmüş çokça eylemin çelişki taşıdığı ve insanların ahlak gibi hassasiyet gerektiren bir konuda yanılgıya düştüğü kanısındayım. Kalemimin bana verdiği yetkiye dayanarak -evet yazılarımı kağıt üzerinde yazıyorum- o büyük soruyu soruyorum. "N"için ahlaklı olmalıyım?"

Absürt bir soru olduğunun farkındayım. Ama hemen atlamayın "ahlaklı olmak kötü bir şey mi de bunu sorguluyorsun?" Diye. Bu sorgulama ahlakın doğruluk değeriyle ya da varlık problemiyle ilgilenmiyor. Hatta pratik hayatta ahlak denilen kavramın bir doğruluk değerinden bahsedilemeyeceğini ve çoğu soyut "şey"den daha elle tutulur bir "şey" olduğunu iddia ediyor. Ahlak'ın pratik alandaki olası yaptırımlarına ve bu yaptırımların olası sonuçlarına geçmeden önce biraz olayın teorik tarafını eşelemek niyetindeyim. Ama daha öncesinde bahsetmem gereken birkaç şey var. Söylediklerim size gerçek dışı gözükebilir. Bu durumda olandan değil olması gerekenden bahsediyorumdur. Dipnot veririm gerçi.

Belki kelime oyunu yapıyormuşum gibi gelebilir ama eşelemeye dilimizdeki kelimelerden anlamını tam olarak bilmediğimiz ve günlük konuşma dilinde sık sık birbiri yerine kulladığımız iki kelimenin aslında aynı şeyin farklı taraflarını açıkladığını anlatarak başlayacağım. "Neden ve N'için"

Neden sorusu geçmiş zaman belirtir. Yani ileriye dönük yaptırımlar icin kullanılmaz. Örnek vermem gerekirse : Birisi rahatsızlanıp kalbini tuttuğunda, boğazında bir şey kalıp öksürdüğünde, burnuna bir şey kaçıp hapşırdığında ona"bunu neden yaptın iyi misin?" benzerinde sorular sorarız. Çünkü öğrenmek istediğimiz şey bu davranışın sebebi yani kaynağıdır. Yani etimolojik olarak inceleyecek olursak da neden(neyden) kaynak sebep olarak karşımıza çıkar. Binaenaleyh, neden ahlaklı oldum sorusu tarihsel süreç içeren bir cevaba tabidir. Toplumsal gelişmeleri irdelemek gerekir.

N'için kelimesi ise temel kullanımıyla bir gelecek planı belirtir. Birisi mesela kardeşiniz kitaplığınızı karıştırdığında bunun sebebini öğrenmek(ne için) için ona (genelde döversiniz peki ama) n'için sorusunu yöneltirsiniz. Otoritelerin görüşlerinden çoğunlukla uzak duracagımı söylemiştim lakin Aristo efendinin bu konu hakkındaki bir kelime grubunu n'için'i açıklamak için kullanacağım.(sayılmaz ki ama aristonun görüşü değil bu) Ereksel neden= n'için. Yani bu bağlamda neden n'içini kapsıyor sanıyorum.

Bu iki birbirine yakın kelimeden biraz daha uzak gözükse de aslında görüşlerimin ve açıklamalarımın dayanağı olan, bu işin biraz daha akademik+tarihsel tarafını oluşturan nasıl üzerinde de durmadan edemiyorum. Ses değişimine uğramamış hali ne asıl olan bu kelime diğer sorularım olan neden ve n'içini kapsamakla beraber onlar hakkında diyeceğim her şeyin de zannımdır ki temelini oluşturuyor. N'için ahlaklı olmalıyım sorusuna cevap ararken tarihsel tutarsızlığa düşmemek için nasıl ahlaklı oldum sorusuna yani ahlakın gelişim-değişim ve yıkınım süreçlerine ilişkin açıklama yapmak durumundayım. Aynı zamanda bu açıklama neden ahlaklı oldum sorusuna da bir nebze de olsa değinmiş olacaktır.

Pratik ahlakın ya da teorik ahlakın sorgusuna geçmeden önce (sonda söyleyeceğim şeyi başta da söylemişim yazı düzenlemek çok zor ya) sizlere biraz ahlakın doğuşu benim için ahlakın tanımı ve özellikle toplumun oluşumundan bahsedeceğim. 2. yazı bunlarla alakalı olacak. Gereksiz makale bilgilerinden kaçınacağıma söz veriyorum. Aç gelin..

vaveyla



Dört beyaz duvarın arasındaki küçük odanın zemininde, başımı ellerimin arasına almış vaziyette oturuyorum. Odanın loş ışığı yüzümdeki çaresiz ifadeyi aydınlatmaya yetiyor. En beklenmedik anda flaşlar patlıyor gözlerimde, korkuyorum. Kısıyorum gözlerimi iyice, sanki o parlak ışık ince derimi delip geçemeyecekmiş gibi.
Beni bu odaya kapatanları adım gibi biliyorum, bu kapısı olmayan odaya.
Odada, ben ve ayak bileklerime bağlı zincirler dışında hiçbir şey yok. O parlak ışıkların nereden geldiğini bilmiyorum.

Yavaş yavaş insanlığımı kaybediyorum. Kendi beden parçalarıma yabancılaşmaya başlıyorum. Bir seferinde ayaklarımdan o kadar çok korkuyorum ki yerimden zıplar gibi oluyorum.

 Gözlerimden ve burnumdan akan sıvıları kolumun tersiyle silmeye zahmet etmiyorum artık. Şiddetli çekiç sesleri çınlıyor kulaklarımda, sesler ritimsizleşmeye başlıyor bir süre sonra.

Son bir kez daha var gücümle bağırıyorum.
"İmdat!"
"Kurtarın beni!"
"Kimse var mı?"
Sesim soluyor odanın duvarlarında.
Daha fazla bağırmaya gücüm kalmıyor.

Beynimde duyduğum çekiç sesleriyle sağırlaşmaya başlıyorum. Histerik biçimde sallanıyorum olduğum yerde, kollarım kendime doğru çektiğim bacaklarıma dolanmış halde.

Flaş ışıkları şiddetleniyor.

Delirdiğimi kabulleniyorum.

Saçlarımı tutam tutam yoluyorum. Yüzümü tırnaklarımla çiziyorum. Akan kanım sadece beni daha fazlasını yapmaya itiyor.

Artık yere tamamen uzanmış vaziyetteyim. Çocukluğum geliyor aklıma, nedensiz. Elimde rengarenk bir uçurtma tuttuğumu düşünüyorum.

Aniden bir silah patlıyor. Sesi odamın duvarlarında yankılanıyor.

Gözlerim ağır ağır kapanıyor.

Uçurtmam yavaşça gökyüzüne yükseliyor.

O dört beyaz duvarla çevrili odada, tırnaklarımın içi kan ve deri parçalarıyla doluyken, son nefesimi veriyorum.

***

Merhaba, ben Vaveyla. Mahlasıma ithafen (vaveyla: çığlık) ilk yazımın, yardım çığlığı atmak istediğim anlardan birinde yazdığım bu yazı olmasını istedim. Size söz veriyorum, diğer yazılarım bu kadar iç karartıcı olmayacak. Görüşmek üzere...

9 Eylül 2018 Pazar

Yolcu







 Bir yabancıyız hepimiz, bir yabancı. Turist gibi değil de yolcu gibi. Öyle olsa rehberimiz olurdu belki, belki bir harita, belki bir bavul fena olmazdı. Oysa bizler yanımıza küçük bir çanta aldık. İçerisine vicdanımızı tepiştirdik, bir kenarına hayallerimizi sıkıştırdık, yürüyoruz işte yürüyoruz. 
   
  Yolun yarısına gelmeden unuttuk başını. Kimimiz özgür olmak istedi, kendi yolundan gitti. Kimimiz yolun sonunda yolun başını hatırlama ümidindedir herhalde. 
   
   Ben mi ? Ben pek düşkünümdür anlamaya. Oturdum ilk bulduğum ağacın dalına, başladım düşünmeye. Düşünüyorum da hala. Zor gibi gözükmesin hemen. Ben de en az diğerleri kadar görüyorum yolun sonunu. 
     
   Ne zaman bir yolcu geçse inanın ki yeniden geçer bu yoldan. Yolun sonu yoktur yolcu. Onlar konuşur ben dinlerim. Hep bir ayrı anlatılır; ama yol, yol hep aynıdır. 
  
  Birileri kazanır, birileri çalar; birileri yükselir, birisi gelir çeker; birisi ne zaman sevmeye kalksa birileri hemen nefret eder. Acıları dindirmek küfürmüş gibi bu yolda, savaşmak mübahtır. Nasıl olur ama ? Vardır bir sebebi daima. Birileri incinmeden birileri doyamaz çünkü. 
   
   Uzatmayacağım bu kısmı eminim sevmiyorsunuzdur siz de değişmeyeceğini düşündüğünüz yanlışlardan söz edilmesini. Bense şunu teklif ediyorum. Kimse ne düşündüğümüzü duyamıyorken en azından düşünmekten vazgeçmesek. Bazen en büyük eylem, müdahale düşünmek değil midir ? Yoluculuk falan demişken : illaki  yürüyeceğiz madem bu yolu, birkaç düşünce tohumu ekelim toprağa, bir gün dinlenecek bir gölge bulmak için bile değer buna.
  

    


  

ulaşılmaz


Ulaşılmazın çekiciliği yaşar kenar kuytu bi yerinde içimizin. Yürekten veya kafadan bilsek dahi ulaşılmaz olduğunu, arzulamaktan vazgeçmeyiz asla.

"O da diğerleri gibi biriydi işte. Diğer insanlarca yargılanmaktan korkan, toplumun doğru ve yanlışlarıyla hareket eden. Hatta böyle yaşamak için o "şey" ile savaş veren.

Ama o gece,
o dibi gördüğü gece,
o tüm insanlardan uzaklaştığı, nefret ettiği gece
içindeki o "şey"e;
her fırsatta onu sonu olmayan bir yola götüren o "şey"e karşı savaşını kaybetmişti.

6:22'de uyandığı vakit, gri şehrin yüreğini deliverecekmişçesine kasvet dolu gökyüzüne karşı içtiği sigarasının her bir dumanında kim bilebilirdi ki başka birine dönüşeceğini."

Bi kadındır çoğu zaman ulaşılmazımız. Onu sevdiğimizi sansak bile sevmiyoruzdur aslında. Onda sadece ulaşılmazın çekiciliği vardır bir girdap misali. Aynıdır hep, döner durur. Bunu bilmemize rağmen dalarız en tepeden tam ortasına ve başlar en dibe olan yolculuğumuz.

Belki dışı güzeldir bu kadının belki de içi. Ama mesele bu değildir. Mesele ulaşılmaz olmasıdır.

Bir madalyon misalidir ulaşılmaz kadın. Bi tarafta sadece istediğin, sevdiğin yanlarıyla oluşturduğun hayali hali, diğer tarafta tüm çıplaklığıyla kabullenilemez gerçekliği.

Ee sonuçta biz ulaşılmazların adamlarıyız dimi? Ne olursa olsun, gözümüzü açıp objektif şekilde baktığımızda itici olsa bile ulaşılmaz ulaşılmazdır, bir girdaptır girdin mi çıkamazsın.

Aylar, yıllar dahi onun ulaşılmazlığını yıpratamaz çünkü biz onu o olduğu için veya sevmeyi sevdiğimiz için değil acı çekmeyi sevdiğimiz için severiz.

Güzel Günler Artık Kalmış




Bir hasret sofrasında
Siz ve biz...
Kahkahalar tabaklarda
Tabaklar boş.
Hatıralar kadehlerde
Eskidikçe güzelleşen
Kadehler boş.
Bir mendille siliverilmiş
Nefesler sinmiş gülüşmeler
Çatallar kirli.
Bitmiş, hatta sıyrılmış dibi
Bir parça ekmekle heveslerin
Ana yemeğe mi geçsek ?
Tabaklar boş.
Gelir mi dersin güzel günler ?

7 Eylül 2018 Cuma

Sen




....

Yürür üzerime güneşi yutan gece
Yavaş yavaş
Sinsice
Haziranda bir seher vaktinde
Güzel günleri beklerken ben
Bir yanımda güneş
Bir yanımda
Sen

Karanlık bürürken semtimin sokaklarını
Bir kuş uçar kanat çırpmaya güne
Baykuşlar öter köşe bucak
Dolaşırım tek başıma harabelerde
Tüm bunlar olup biterken
Bir yanımda uyku
Bir yanımda
Sen

Karanlık zifirileşir
Kuş ölür
Baykuş susar
Sessizlik hakim olur geceye
Zaman geçip giderken böyle
Bir yanımda mehtap
Bir yanımda
Sen

Demiştin ya hiç kaybetme ilham perini
Haftası dolmadan kaybetmiştim seni
Bir garip dervişin de dediği gibi
"Gidiyorum öyle ezmeden çiçekleri"
Yollar uzayıp giderken
Bir elimde fener
Aklımda
Sen

Gülüşün yankılandı düşümde
Geceyi gündüzü ayıramıyorum
Bu neyin nesi böyle
İleriye gidiyor
Geriye varıyorum
Seni
Her yerde seni arıyorum
Umudum yitip giderken
Büsbütün çaresizim
Hayalimde
Sen

Korkuyorum karanlıktan
Korkuyorum senin sesinle başlamayan
Senin sesinle bitmeyen günlerden
Korkuyorum sensizlikten
Korkularımla yüzleştirme beni
Neredesin?
Neredesin sen?

Yol biter
Kalem kırılır
Korku geçer
Bir gülüşün silinmez aklımdan
Bir de sesin
Düşündükçe seni
Seyrekleşir nefesim
Gelir sevdikçe sevesim
Gönlüm hep seni arıyor
Neredesin?
Neredesin sen?

Doğar üzerime geceyi yutan güneş
Dillerde mutluluk şarkıları
Güzel günler göreceğiz der
Güneşli günler
Fakat ne motor kaldı geriye
Ne ufuktaki mavilik
Her şey yitip gittiğinde bile
Bir yanımda gece
Bir yanımda
SEN.

4 Eylül 2018 Salı

Düşünmek üzerine düşünceler..

Anlaşılmak istiyorum..

Düşündüklerimizin ne kadarı doğru? Peki ya onları ifade ediş biçimlerimiz? Ya da doğru diye bir şey var mı? Gerçeğe ne demeli? Mesela hiçbir şey yoksa geometri var demiş birisi. Güzel demiş hoş demiş de üzerine düşünmeden nasıl anlarım bunu. Belki de zırvalıktır?

Boşuna dememiş Descartes "Cogito ergo sum!" (Düşünüyorum öyleyse varım!) Gerçi ben buna anlaşılmayı da eklerdim.(Hehe var olmak algılanmış olmaktır demiyorum tabii.. "behey berkley behey") Ama böyle daha şaşaalı duruyor gibi. Bozmamak lazım. Cogitom be..

Yani demek istediğim düşünsel olarak var oluşumuzu bağladığımız bu kavramlarla ne kadar ilgiliyiz? Ne yapıyoruz düşünmek için? Şahsen ben yazı yazıyorum. Ve birçok aktivite daha tabii. Ama öne çıkan yazmak eylemini biraz irdelemek istiyorum.

N'için yazı yazarız? Daha genel kapsamda konuşmak gerekirse n'için bir şeyler üretiriz? Kendimiz faydalanmak için mi? Soğuk kış gecelerinde bir fincan çayla bir pikenin altında birkaç satır yazı yazmak veya yazımızı okumak bize iyi mi gelir? Veya bunaltıcı bir yaz akşamında bir bardak limonata eşliğinde kendi yaptığımız müzikleri dinlemek? Evimize resimlerimizi asmak belki de ha? Bu mudur yetineceğimiz şey? Olabilir mi. Bittabi olabilir. Bunun tersini iddia edince bencil ve öne çıkmak isteyen birisi olarak nitelendirileceksem varsın olsun hatta. Ama ben bir şeyler üreterek ve bu şeyleri paylaşarak insan olmanın, iletişimde olmanın bilincine varabileceğimizi düşünüyorum yine de. Şöyle ki..

Kendi yazdıklarını okumak bir nevi aynalarla dolu bir odada yalnız başına kalmak gibidir. İnsanın baktıkça bakası gelir. Sürekli bir taraflarını düzeltir yazının. N'için? Nasıl olsa kendin okuyacaksın , diye sormaz. Sanki ayna karşısına geçip siyah noktalarını sıkıyor gibi ilgilenir yazıyla. Sıktığı her nokta başka bir noktanın habercisidir. Bu döngü içine girdi mi insan Echo'yu unutur, Narkissos olma yolundaki ilk adımını atar.(narkissos hikayesi-oku) Sonra gitgide insanları küçümsemeye, onların fikirlerine önem vermemeye başlar. Soyutlar kendini sanki çok farklıymış gibi. Tanrıcılık oyunudur bu. Çok da zevklidir. Yaşadığı en karamsar şeye bile bir oyun gözüyle bakar. Olayları sanki senaryosunu kendisi yazmışcasına yaşar. Kalemle fazla baş başa kalmanın sonucu bu işte. İnsanlara kitap cümleleriyle cevap vermek. Anlaşılır olanın üzerine çıkmak ve insanlardan yazdığı senaryoya göre cevap beklemek. Fazla aynaya bakmak da benzer şeyler yaratıyor. Hatta hastalığı da varmış bunun dismorfofobi diyorlarmış adına. Kendi yazılarını okuya okuya, aynalara baka baka narkissos'un göldeki yansımasına aşık olması durumuna gelir insan. Daha çok uğraşmak daha çok üretmek bir çare değildir. Yazdıkça daha çok ayna oluşur ve bir bataklık gibi seni içine çeker. Narsizm(ki narkissosdan gelir) , egoizm, hedonizm karışımı bir düşünceler zinciri oluşturur insan. Ve bu zincirlerden kurtulmanın yegane yolu paylaşmaktır zannımca.

Çok şey bildiğimden böyle konuşmuyorum sevgili okuyucu. Ben tam olarak bu durumdayım. Okudukça yazdıkça daha da çok giriyorum bu senaryolar alemine. Diyordum ki ben daha iyisini yazarım bunun. Peh. Birisi çıktı yaz o zaman konuşacağına dedi. Yazıyoruz işte bir şeyler. Narkissos'un rüyasından uyandım ve sıra paylaşmaya geldi sanırım.

Demek istediklerimi toparlayacak olursam. Sanat sanat için değildir. Toplum için hiç değildir.(kafiye de kulak içindir bu arada) Sanat anlaşılmak için. Çünkü ancak o zaman var olabiliriz.


..çünkü "..anlamak için kendimi yok ettim.."

Şeffaf duvarlar üzerine



  21. Yüzyılın görmüş geçirmiş, on defa, yüz defa, bin defa evrimleşmiş maymunu baktı aynaya. Yaşlandıkça tüylerini dökmüş, omuzlarını göğe dikmiş, fazlalıklarını çağlara gömmüş bir türlü tatmin olamamıştı. zekasıyla bastığı toprağı şekillendirmiş soluduğu havanın kaynağına, kendi yurduna, dünyaya hükmeden adem oğlu...
    
   Evrende bilinen (yine kendi türü tarafından) en zeki varlık olan insan merak edecek, şüpheye düşecek; gelişecek, ilerleyecek, koşacak sonunda elbette her şeye dokunacaktır ve dokunmak bazen çarpmak anlamına gelecektir. Ve böylece insan en sonunda aşamayacağına inandığı engelleri öğrendi. Çarpıp düşmeyi, düşüp de kalkamamayı... Tarih boyunca yüzleştiği her türlü engelden daha büyük engelini: şeffaf duvarlarını...

   Kendi yarattı insan şeffaf duvarlarını. Başta bir kısmı görüyordu bu duvarları elbette. Zamanla görenleri kör etmek zorunda hissetti tanrıyı yaratan insan. Parayı ve korkuyu yarattı sonra, sonra sakladılar ayetlerin arkasına. Kendi kuyusunu kazdı, kendisini gömüyorken kendisini izlemeye koyuldu. 

  Bir iç geçirdi:
  • Sen insansın. Sen bugün izliyorsun insanlığın kendi kuyusunu kazışını. İzleyebiliyorsan görebiliyorsundur şeffaf duvarlarını. İdealin bu duvarları görebiliyorken yıkabilmendir. Henüz görebiliyorken dokun, test et, dene, gözlemle; korkularını kenara bırak ve karar veren ol. Karar veren insanın vicdanı, adaleti ol. Şeffaf duvarların-cehaletin- arkasına saklananlardan olmaktansa sanatın, bilimin, kendinin, insanlığın arkasında ol. Bir maymundan fazlası olduğun gibi bir insandan fazlası ol.


  Bir rüyaya daldı insan. Kalbi umutla doluydu artık. Uyanacağını biliyordu sonunda. Asıl soru şuydu: peki daha önce gördükleri ? Daha önce gördüklerinin ve hissettiklerinin hepsi rüya mıydı ? Belki gerçek diye bir şey hiç olmadı insan için. Belki yaşayacağı her şey vereceği bir karardı.

başlıksız not


Çok sinir bozucu değil mi? Karşındaki insan anlattığını yanlış anladığında doğrusunu anlatmaya çalışırken aslında onun yanlış anladığı şeyin doğru olup, senin onu gizlemeye çalıştığını düşünmesi?



Pek tabi insanların bir arada yaşamasını bir getirisi olsa dahi hükümet, güvenlik güçleri ve yasalar sence de saçma şeyler değil mi? Benim "özgürlüklerim" başkasının özgürlüğünün başladığı yerde bitmemeli çünkü esas olan, doğru olan benim.

Hayvanları düşünelim. İnsanlar, hayvanları evcilleştirip bastırabiliyor değil mi?

Düşüncem şudur ki bir türü yine aynı türe mensup olan başkası yönlendirebilir fakat o türü sadece ondan daha üstün bir tür sınırlayıp, bastırıp, "yönetebilir". İşte tam bu noktada insandan üstün olarak karşımıza tanrı ve din çıkıyor. Bu da demektir ki (zannımca) yerdiğim kuruluş ve kuralları oluşturan insanlar bu paragrafın başında aktardığım şeyleri düşünüp üstün olan türü yaratmışlar.

Kendi türümüzün çıkarları için oluşturduğu bu kontrol mekanizmaları ile çizilen sınırlar içerisinde yaşamak için beden ömürlerimiz sence de az değil mi?

Önce düşünmeyi öğrenin. Yoksa dayatılan sınırları, sınırları dayatanların verdiği düşüncelerle sorgulamaktan öteye gidemezsiniz.

3 Eylül 2018 Pazartesi

'Şey'

Saat
Gecenin üçü
Sokağımda kuşlar ötüyor
Öyle bir şey işte..

Öhöm..


Öhöm. Blogumuzu kurmuş bulunmaktayız gördüğünüz üzere. Aslını sorarsanız ben daha zor bir işlem gerektirir diye düşünüyordum ama bir dakikamızı bile almadı. Gerçi sade, parasız, bir o kadar da savunmasız bir blog işte. Ne kadar zor olabilirdi ki? Her neyse. Açtık bir şekilde. Giriş namına yazı yazma görevi de bana düşmüş bulunmakta. 'Biz' ağzıyla konuşuyorum çünkü tek başıma değilim. Bu işi ilk olarak planladığım bir arkadaşım ve yakın zamanda aramıza katılan iki arkadaşımız daha var. Şimdilik demek istiyorum çünkü gözlemlediğim, duyduğum, bildiğim kadarıyla insanlar bir şeyler yazıyor, çiziyor, çaba sarf ediyor fakat yaptıkları bu şeyleri paylaşacak mecra bulamıyorlar. Bu zannımca epey önem arz eden bir konu. "Mecra problemi" diyorum kendimce. Üzerine konuşacağım bir konu başlığı olduğundan fazla açmayacağım. Kısaca söylemem gerekirse bu blog şahsi bir blog olmak yerine birçok insanın düşüncelerini+aktivitelerini paylaşabileceği, yazarlarla tartışmalara girebileceği, girişinde de yazdığı gibi felsefe bilim din gibi birçok alanda okumalar yapabileceği bir mecra olma niyetindedir. Paylaşımlar yazarın isteğine göre isimli veya isimsiz yapılacaktır. -Acak/Ecek yazınca çok mu resmi oldu ya. Boşversenize. Yazıyoruz işte bir şeyler. Okursanız ne mutlu bize. Bendeniz Özgür Demir namıdiğer 'şahıssızyazar'. Hoşgeldiniz efenim. Afiyet olsun..